Hamza Çelenk


Babama…

Babama…


Annesi Nuriye öldüğünde henüz on dördündeydi. İlk büyük acıyı tatmışlardı o gün kardeşleriyle, aynı zamanda ilk yalnızlığı ve ilk öksüzlüğü de. İkisi kız ve üçü erkek olmak üzere beş kardeştiler. Ramazan en büyükleriydi. Annesinin ölümünün üzerinden bir süre geçtikten sonra babası onlara, evleneceğini söyledi. Zira çocuklar ufaktı ve kendilerine bir anne gerekiyordu. Uzun kış gecelerinde yemeklerine bir tutam tuz atacak, evi evirip çevirecek, öteberiyi hazırlayacak bir kadın gerekiyordu kendisine. Baba olmadığında çocukları sarmalayacak ve onlara umut olacak bir kadın… Babası uzun bir süre arayışını sürdürdü ve sonunda uzak bir köyde evleneceği kadını buldu. Fakat evlilik ile beraber Ramazan ve kardeşlerinin babalarının yanında yaşamaları uzun sürmedi.  Babalarının yeni durumlarına alışamadılar ve kısa süre sonra ayrıldılar babalarından Ramazan, dört kardeşini yanına aldı. Temmuzun sıcaklığı her yanı kavurduğunda Ramazan dört kardeşiyleydi. O zamanlar kıtlık sonrası belirsizliği yaşıyordu ahali ve kıtlık ile büyüyen fakirlik sarıyordu her yanı. Aldı sarmaladı, sahiplendi dört umudunu. Annesi Nuriye’nin kınalı saçları gözünde tütüyordu… Gözlerini üzerlerinde bildi her an. Bazen haşin oluyordu kardeşlerine, kırsal gibi sert ve poyraz gibi yakıcıydı. Bir başına kaldığı vakitlerdeyse Nuriye anne oldu yüreği. Sonra pişman oluyor, nedamet gözyaşları döküyordu haşinliğinden ötürü. Aynı anda iki köye çobanlık yapıyordu artık, her geçen gün kavruluyordu teni. Kavruldukça teni, olgunlaşıyordu yüreği. Kimi zaman kış olurdu çobanlığın adı.  Bayırlarda, kurda ve çakala karşı koyuyordu bu zamanlarda. Her kar yağışında parmaklarının ucu titrerdi, o parmaklar sırtına aldığı keçeyi kavrayamazdı. Onlarca, yüzlerce, binlerce kez “kuh… kuuhh… kuhhhh” derdi, ısıtmaya çalışırdı zamanı. Isıtmaya çalışırdı parmak uçlarını. Yazlar, sıcak mı sıcak, kavurucu bir çöle dönerdi bu diyarda. Kuruçay kavrulurdu, her bir taşı kızgın sac gibi tutuşurdu. Altı ay boyunca sürü dışarıda kalırdı ve altı ay boyunca gecenin ve gündüzün izleri düşerdi kırsalın her yanına. Gündüzün sıcağında başını koyacağı bir gölgeye sığınırdı Ramazan, gecenin karanlığında ise gökyüzünü yorgan yapardı kendisine. Kışlar, soğuk mu soğuk olurdu keçenin altında. Bir tarafı çamur, diğer tarafı acı ve dert. Hele ırmak taştı mı kışın soğuğunda kendisini ve geceyi sarardı keçe. Yüreği ile sarardı bilmem kaç aylık küçük kardeşini. Kargaşa çıkarırdı zaman, kurşuna boyanırdı gece. Ramazan’ın elleri tetikte kalırdı. Tetik, kış gibi soğuk olurdu ayazlı gecelerde. Karıncanın ayak sesleri gibi sessizce yankılanırdı geceler… Ve Ramazan, artık on altısında bir umuttu. Babası günün birinde dilinin ucu ile bir şeyler mırıldadı kendisine. Atalarından kalan sonlanmamış uzun bir hikâyeydi anlatılan. Gelecek belirsizleşmeye başladı Ramazan’ın gözlerinde. Zaman düne gebeydi, dünse büyük ihanete. Kardeşleri günbegün büyüyorlardı. Evden önce kız kardeşi uçtu, Nuriye anneye verilen sözün gereği uçması gereken yere. Ardından erkek kardeşini everdiler, kendisi ise biraz daha bekleyecekti zamanı. Biraz daha büyütecekti küçük kardeşini, biraz daha büyütecekti, besleyecekti umudunu kırsalda. Kara koyuna kaval da çalacaktı; yalnızlığı da büyütecekti. Bileyecekti babasının dilinin ucuyla söylediği tâ atalarından kalan o bilinmezi. İlkin babasının yüzüne yıllarca yansıyan o hüznü okumaya başladı. Saatlerce dalan ve bir şey demeyen babasında gördüğü derin hüznü… Babasının önce kırışıklığa vuran yüz ifadesini, sonra ağaran saçlarını ve nihayetinde  bedeninde yara açan derdini öğrendi. Okutacaktı ve yorumlatacaktı o hüznü zamanın yaşayan şahitlerine. Babasının önce eriyen ciğerlerinin ve sonra iflas eden bedeninin sebebini soracaktı.  Soracaktı dünü babasına, onun her zaman “Boş ver!” dediği o hüznü. “Düne bakma, benim gibi eriyip gidersin, yutar seni zaman, derdine dert katarsın, yediğin yemekten tat alamazsın” diyen babasına rağmen. Yerinde duramadı. Eşti geçmişi, eştikçe babasının yalnızlığını gördü ve eştikçe akrabalarının ihanetini. Zamane insanının yaşantısının kan koktuğunu, gölgesi büyük olan insanların aslında ne kadar küçük ve ne kadar zavallı olduklarını öğrendi. Dedesini tanıdı ve dedesinin babasını. Abuzer’i ve Bekir’i… Onların yokluktan Allah’ın inayeti ile oluşturduğu varlıktan haberdar oldu. Kanını gördü dost ve ahbabının. Bir gecede bir sevda için toprağa düşen kuzenlerini öğrendi ve o günden sonra toprağını, malını mülkünü terk edip giden akrabalarından haberdar oldu. Kendilerine bağışlanmış büyüklük ile zamane zorbalarının babasının üstüne nasıl üşüştüklerinin hikâyesini dinledi, on beşinde yapayalnız kalan babasının bunca baskıya karşı koyamayıp canını nasıl zorlukla kurtardığını öğrendi ihtiyarlardan. O da yıllar sonra babasının yarım bıraktığı işin ardına düştü. Heyhat! Zaman ayrı olsa da roller aynıydı. İhanetini yaşadı ahbap bildiklerinin. Lâl kaldı dili, inledi bir harfini bilmediği alfabenin üzerine. Bilseydim, dedi “Alabilir miydi bir ömürlük emeğimi, terimi ve toprağımı ağa ile kendisine sonuna kadar güvendiğim akrabam şeyh efendi?” İki sefer varlık içinde yokluğu yaşadı. İlkin, atalarının terleriyle ıslanmış yılların emeği, yörenin ağaları tarafından babasının elinden alınmıştı. Zira devlet ağaydı, adalet ağa. Hem savcıydı ağa, hem de hâkim. Devlet idaresinde de haklı ağaydı. Halkın arasında da haklı olan oydu. İkinci seferinde terini, varını yoğunu dökmüştü şeyhim dediği akrabasının eline. Koyunlarını, kavak ağaçlarını, danalarını satarak ederini teslim etmişti kendisine. Ona, “Sonuna kadar git, babamın yarası kapanmamıştı, içimi ürpertiyor hala sızısı, gözü arkada kaldı giderken.” demişti. Terinin, emeğinin ve zamanının, dost ve akraba bildiği kişiler tarafından hasmına satılışına şahit oldu. En sonunda yoklukta varlığı yaşadı. Kuru ekmeği ekşi ayrana banarken zaman inledi, utandı ve dile gelemedi kelimeler. “Allah’ım adaletini tez veresin.” dediler yol kenarından geçenler. Görenin içini parçaladı Ramazan’ın bu hali. Vakarını korudu, her haline şükretti. Oğluna, “Birinin elinde varlık olmayıp da Allah ona sonradan varlık vermişse ona merhamet de versin; eğer varlıklı olup da varlığı sonradan elinden alınmışsa ona da sabır versin.” dedi. O an bu sözleri tüm hayatı yaktı. Ramazan, koca haksızlığa sert kayalar gibi göğüs gerdi. Zaman, kazanana kucak açsa da yanlışın insanlar nazarında değeri yıkıldı.  O günden sonra daha önce büyüklerinin de anıldıkları gibi kendisine Kaya Ramazan denildi.