Hikmet Kızıl


Hiçbir Şey!

Yılgın mıyım, yorgun muyum yoksa depresyonda mıyım bilmiyorum... Bildiğim bir şey varsa hiçbir şey yapasım yok...


Uyandım, hava bulutlu ve puslu...

Çay demledim, hiçbir şey yapasım gelmedi.

İki bardak çay içip üçüncüsünü doldurdum.

Elime bir kitap aldım, rastgele bir sayfasını açtım, okumaya başladım...

Okudum...Okudum... Okudum...

Gördüğüm sadece harfler ve kelimelerdi...

Tek bir kelimesini dahi anlamadım...

Bir şey yapasım yok, kitap okuyasım da...

Çay doldurdum bardağa...

Bardağı kavradım, ellerim ısındı...

Bir yudum aldım, içim ısındı...

Derin derin düşündüm...

Hiçbir şey yapasım yok...

Tuttum bir şiir okudum: 

"Sakın bir söz söyleme... Yüzüme bakma sakın!

Sesini duyan olur, sana göz koyan olur,

Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın,

Anan bile okşarsa benim bağrım kan olur...

Dilerim Tanrı'dan ki, sana açık kucaklar

Bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun,

Kan tükürsün adını candan anan dudaklar,

Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!

(Faruk Nafiz Çamlıbel)

Bir çay daha koydum bardağa...

Yılgın mıyım, yorgun muyum yoksa depresyonda mıyım bilmiyorum...

Bildiğim bir şey varsa hiçbir şey yapasım yok...

Camdan dışarı baktım...

Üç otomobil geçti, ardından bir kamyonet. 

Tekrar bir otomobil, bir kamyonet...

Bir otomobil, bir tane daha...

Burnunu karıştırıp ceketinin içine süren bir amca...

Yağmur yağmadığı halde yağıyormuş gibi şemsiye açan bir teyze...

Arkasından pazar arabasını sürükleyen bir genç kız...

Bütün bunların bir anlamı olmalı...

Benim bilmediğim bir düzende, düzensiz bir düzine insan ve araç...

Benim elimde okunmamış bir kitap, yarısı içilmiş bir bardak çay ve içimde bekleyişsiz bir Beckett, umarsız bir Oblomov...

Sahi insan neden bazen hiçbir şey yapmak istemez?

Ne diyordu Paul Lafargue:

"Ey Tembellik, bu uzun sefaletimizi gör, merhamet et bize! 

Ey Tembellik, sanatların ve soylu erdemlerin anası, insanin ıstıraplarına merhem ol!"

 Tembellik mi benim yaptığım bilemiyorum. 

Üşengeçlik?

Hayatın rutin ritmini kanıksamak?

Tükenmişlik sendromu?

Hangisi benim âhvalim?

Yan komşu matkapla duvarı deliyor.

Belki yeni bir tablo aldı, üstünde kuşların uçtuğu masmavi denizi olan bir tablo!

Ya da fotoğrafını asıyor... 

Her şey mümkün...

Yüzlerce seçenek geçiyor kafamdan...

Duvar saatinde karar kılıyorum.

Evet, evet bir duvar saati...

Akşam haberlerini iki bardak demli çay içerek izledikten sonra gözü saate ilişince:

"Geç olmuş, erken kalkıp işe gideceğim" deyip uyumaya gidecektir...

Ya da pazar günü erkenden kalkıp duvara astığı saate bakarak: 

"Hanım bu çocuklar da geç kalkmayı adet edindi, uyandır da kahvaltı yapalım, öğlen oldu" diyecektir...

Saat işte...

Uykusuz gecelerde tik tak sesleri arasında dalınan hatıralardır duvar saatleri...

"Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir,

Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat"

Öyle değil midir zaten, geçip giden her saat bir anıyı saklar içinde... 

Ne diyordu şair:

"Bir bozuk saattir yüreğim. 

Hep sende durur."

Batan güneşe bakarak şöyle demiyor muydu Sodergran:

"Mecburuz çocuğum, mecburuz sevmeye, hayatın upuzun saatlerini"

Zaman akıp gidiyor ve hiçbir saat bir öncekine benzemiyor. 

Ne matkap sesi, ne geçip giden araçların sesi, ne de duvar saatinin tik takları...

Çay içiyorum ve başka hiçbir şey yapasım gelmiyor...

Yılgın ve yorgun kelimeler arasında çay bardağımı sımsıkı kavrıyorum, kutsal bir ritüelde dua eder gibi bir sesle:

Zaman akıp gidiyor ve hiçbir saat bir öncekine benzemiyor. Mecburuz çocuğum, mecburuz sevmeye, hayatın upuzun saatlerini" diyorum sadece benim duyduğum bir tonda...

Sahi sizin de hiçbir şey yapmayasınız gelir mi?